Henüz çok genç yaşta olduğumdan rahat yaşamak canımı sıktı
ve en değerli memleket mallarını alarak Bağdat’tan Basra’ya gittim. Orada,
başka tüccarlarla birlikte gemiye bindim. Kıtada ilk devir seyahatimiz uzun
sürdü, birçok limanlara uğradık ve oralarda oldukça güzel satışlar yaptık.
Bir gün açık denizde, bize yolumuzu şaşırtan müthiş bir
fırtınaya tutulduk. Fırtına günlerce dinmedi ve bizi bir adanın limanı önüne
sürükledi. Kaptan bu limana girmeyi hiç istemediği halde çaresiz demir atmak zorunda
kaldı. Nihayet yelkenler indirilince bize dedi ki:
— Bu adada vücutları baştan aşağı kıllı vahşiler yaşarlar. Şimdi
gelip bizim etrafımızı kuşatacaklardır. Bunlar cüce insanlardır, ama felâkete
bakın ki, biz bunlara hiçbir suretle, en hafif şekilde bile karşı duramayız.
Çünkü sayıları çekirge sürülerinden fazladır ve eğer içlerinden birini öldürecek
olursak hepsi, birden üzerimize atılıp bizi tepelerler.
Gerçekten korkunç derecede çirkin, vücutları kızıl kıllarla
kaplı ve boyları yalnız ayak yüksekliğinde, sayısız bir kalabalık anında ortaya
çıkıverdi. Denize atlayıp yüzmeye başladılar ve pek kısa sürede gemimizin
etrafını sardılar. Taa üst güverteye kadar tırmanmak için her taraftan geminin
kenarlarına ve sarkan iplere yapıştılar, yelkenleri katladılar, sudan çekmek
zahmetine girmeden çapanın zincirini kestiler ve gemiyi karaya yanaştırdıktan
sonra hepimizi dışarıya çıkardılar. Sonra gemiyi, geldikleri başka bir adaya götürdüler.
Biz kıyıdan uzaklaştık ve epeyce uzağımızda gördüğümüz büyük
bir binaya doğru yürümeye başladık. Bu, çok güzel yapılmış ve oldukça yüksek
bir bina idi. Tunçtan, iki kanatlı bir kapısı vardı. Bu kapıyı hiç zorlanmadan
açıp avluya girdik ve bu avlunun karşısında, dehlizi geniş bir daire gördük.
Burada, bir tarafta bir yığın insan kemiği, öte tarafa da sayısız kebap şişleri
kümelenmişlerdi. Bu manzarayı görünce dehşetten ayaklarımızın bağı çözüldü ve
ödümüz kopup olduğumuz yerde yere yığılıverdik.
Güneş batmak üzere iken, dairenin kapısı büyük bir gürültü
ile açıldı ve içeriden kocaman bir hurma ağacı boyunda, korkunç yüzlü kapkara
bir adamın çıktığını gördük. Alnının ortasında, yanmış bir kömür gibi kırmızı
ve ateşli, bir tek gözü vardı. Son derece uzun ve son derece keskin olan ön
dişleri bir atınkinden daha az ayrık olmayan ağzından dışarıya uğramış ve alt
dudağı göğsüne sarkmıştı. Kulakları bir filin kulaklarına benziyor ve omuzlarını
örtüyordu. En büyük kuşların pençeleri gibi çengelli ve uzun tırnakları vardı.
Bu tüyler ürpertici canavarı görünce korkudan hepimiz bayıldık ve âdeta ölü
gibi kaldık.
Nihayet kendimize geldiğimizde, onu, dehlizde oturmuş, tek
gözüyle bizi gözetliyor gördük. Sonunda bizi iyice süzdükten sonra yanımıza
doğru yaklaştı ve elini bana uzattı, ensemden yakaladı ve bir koyun kafasını
yoklayan bir kasap gibi her tarafa beni evirdi çevirdi. Fakat iyice inceledikten
sonra, bir deri bir kemik olduğumu görerek beni bıraktı. Sırasıyla ötekileri
eline aldı, tıpkı benim gibi onları da inceledi ve kaptan hepimizin en semizi
olduğundan, bir eliyle onu, benim bir serçeyi tutacağım gibi tutarak, adamın
vücudundan içeriye bir şiş soktu. Sonra büyük bir ateş yakıp onu kızarttı ve
dairesine çekilip orada akşam yemeğinde yedi. Yemek faslı bitince de tekrar dehlize
gelip yattı ve gökgürültüsünden daha gürültülü bir sesle horlayarak uykuya
daldı. Uykusu ertesi sabaha kadar sürdü. Bize gelince, o tatlı uyku nimetinden yoksun,
insanoğlunun duyabileceği en dehşetli bir endişe içinde geceyi geçirdik. Sabah
olunca dev uyandı, kalktı, dışarı çıktı ve bizi sarayda bıraktı.
Aslında sayıca epey fazla olmamıza karşın, korkunç
düşmanımızın elinden sağ olarak kurtulacağımızı aklımızdan bile geçirmedik.
Yanımızda olmayışından yararlanarak kıyıya indik ve orada her biri üç kişi alabilecek
küçük sallar yaptık.
Akşam olduğunda saraya döndük, dev de bizden hemen sonra
geldi. Yine arkadaşlarımızdan birinin kızartılmasına sessizce katlanmak zorunda
kaldık. Korkunç yemeğini bitirdikten sonra sırtüstü yatıp uyudu. Âdeti üzere
horuldamaya başladığını işitir işitmez, benimle birlikte içimizden en babayiğit
dokuz kişi, her birimiz elimize birer şiş alarak uçlarını kıpkızıl kesilinceye
kadar ateşe soktuk, sonra bu şişleri aynı anda onun tek gözüne sokup patlattık.
Can acısından korkunç bir çığlık attı. Derhal kalkıp
içimizden birkaçını yakalamak için ellerini her tarafa uzattı; fakat biz ondan
uzaklaşmaya ve kendimizi yere fırlatıp aradığı istikamette elinden kurtulmayı
başardık. Bizi boş yere aradıktan sonra el yordamı ile kapıyı buldu ve dehşet
verici ulumalarla dışarı çıktı.
Biz hemen deniz kenarına gittik, orada devin gidip
gelişlerine kulak kabartarak şafağın sökmesini bekledik. Eğer devin ulumalarını
artık duymazsak, öldüğüne hükmedecektik. Bu durumda adada kalmaya ve yaşamımızı
küçük sallar üstünde tehlikeye atmamaya karar vermiştik. Fakat gün daha ağarır
ağarmaz, amansız düşmanımızı, yanında kendisini yürüten aşağı yukarı onun
iriliğinde iki devle birlikte karşımızda gördük. Oldukça kalabalık başka devler
de onun önünde yürüyorlardı.
Bunu görünce artık sallarımıza atlamakta tereddüt etmedik ve
var gücümüzle küreklere sarılıp kıyıdan uzaklaşmaya başladık. O zaman devler
ellerine kocaman taşlar aldılar, kıyıya koştular, hatta vücutlarının yarısına
kadar suya girdiler ve ellerindeki taşları o kadar ustalıkla üzerimize fırlattılar
ki, yalnız benim bindiğim saldan başka bütün sallar parçalandı, üstlerindeki
adamlar da boğuldular. Benimle iki arkadaşıma gelince, gayet hızlı kürek
çektiğimizden açık denizde en fazla ilerlemiş ve fırlatılan taşların
isabetinden bu suretle kurtulmuştuk.
Hurma Ağacı Büyüklüğünde Yılan
Daha fazla engine açılınca, bizi bütün gece sarsan rüzgârla
dalgaların oyuncağı olduk. Fakat ertesi gün talihimiz bizi bir adaya doğru
sürükledi. Bu adaya fazla zorlanmadan çıktık ve dinlenerek kendimize
gelebildik. Akşama doğru denizin kıyısında uyuduk, ama bir hurma ağacı kadar
uzun bir yılanın yere sürünürken pullarıyla çıkardığı gürültüyü işiterek
uyandık. Yılan o kadar yakınımıza geldi ki, tek hamlede iki arkadaşımın da
vücudunu sarıverdi ve bu çemberden kurtulmak için çığlık çığlığa yaptıkları
bütün uğraşlara karşın ikisini de yuttu.
Ben bu korkunç manzaradan dehşete kapılarak, kendimi tepeden
aşağı sulara atmak niyetiyle denize doğru koştum. Fakat bu durumuma, bu umutsuzluğuma
Allah acımış olmalı ki, tam kendimi denize atacağım sırada sahilden epeyce
uzakta bir gemi gördüm. Sesimi duyurmak için bütün gücümle bağırdım ve göze
çarpsın diye sarığımı çözüp salladım. Bu işe yaradı ve bütün gemidekiler beni
gördü. Kaptan şalupayı yolladı ve beni çok üzülerek özen göstererek güverteye
çıkardılar. Sonradan, başımdan geçen olayları kendilerine anlatınca bu üzüntüleri ve bana gösterdiği özen daha fazla oldu.
Bir zaman denizde yol aldık; birçok adaya uğradık ve sonunda
hekimlikte ilâç olarak çok sık kullanılan bir cins ağaç olan sandalın yetiştiği
Salâhat Adası’na yanaştık. Limana girdik ve oraya demir attık. Tüccarlar,
satmak ya da başka şeylerle değiştirmek için mallarını çıkarmaya başladılar.
Bu
esnada kaptan beni çağırarak:
— Oğlum, dedi. Ambarımda bir süre benim gemimle seyahat
etmiş olan bir tüccara ait olan mallar var. Bu tüccar ölmüş olduğundan, bu
malları değeriyle satmak istiyorum, tâ ki memlekete döndüğümde mirasçılarına hesap verebileyim. Benim yerime bu ticareti siz üstünüze alır mısınız?
Bana işsiz, atıl bir halde kalmamak fırsatını verdiğinden
dolayı kendisine teşekkürle bu teklifi kabul ettim. Geminin kâtibi gelerek,
bana teslim edeceği denkleri deftere kimin namına geçireceğini sordu. Kaptan
da:
— Yazın, dedi, Denizci Sinbad namına.
O zaman ona:
— Kaptan, dedim, bu malların sahibinin adı sahiden Sinbad
mı?
— Evet, diye yanıt verdi; adı öyle idi. Kendisi Bağdatlı.
Benim gemime Basra’dan binmişti. Bir gün gemiye su almak ve bazı soğuk
içecekler tedarik etmek için bir adaya inmiştik. Bilmem nasıl oldu, aldandım. Diğerleri
gemiye bindikleri vakit onun da bindiğini sandım, meğer binmemiş. Ancak dört
saat sonra bunun farkına varabildik. Rüzgâr pupadan, hem öyle soğuk esiyordu
ki, onu almak için gemiyi geri çevirmemize olanak yoktu.
— Demek onu öldü sanıyorsunuz? dedim.
— Kuşkusuz, dedi.
— Yaa öyle mi? diye yanıtladım. O halde, kaptan, gözlerinizi
açın da ıssız adada terk ettiğiniz o Sinbad’ı tanıyın hele. Ben bir derenin
kenarında uyuyakalmıştım. Uyandığım zaman da, ortada, gemidekilerden hiç
kimseyi görememiştim.
Kaptan uzun uzun yüzüme baktı. Çünkü o zamandan beri çok
değişmiştim. Sonunda beni tanıdı ve boynuma sarılıp öperek:
— Hamdolsun Tanrıya! diye haykırdı. Benim hatamı sizin
servetinizin tamir ettiğine çok sevindim. İşte mallarınız burada. Bunları korumaya
her zaman dikkat ettim ve her uğradığımız limanda fazla yüksek fiyatla satmaya
çalıştım. İşte size bunları elde ettiğim kârla beraber iade ediyorum.
Salâhat Adası’ndan bir başka adaya gittik. Orada kuru
karanfil, tarçın ve daha başka baharat aldım. Nihayet uzun bir deniz seferinden
sonra Bağdat kentine ulaştım. Elimde o kadar servet vardı ki, miktarının
farkında değildim. Bu paranın büyük bölümünü yine fakirlere dağıttım ve önceden
satın almış olduğum topraklara daha geniş topraklar kattım.
Denizci Sinbad, üçüncü seyahatinin öyküsünü böylece bitirdi
ve bir süre dinlendikten sonra tekrar söze başlayarak maceralarını anlatmayı
sürdürdü.
0 yorum :
Yorum Gönderme