Atının üzerinde dörtnala giderken dört bir yöne ok atan,
göğüs göğse çarpışmaya fırsat tanımadan düşmanını ok yağmuru altında bozguna
uğratan savaşçı, tipik bir Orta Asya figürüydü. Bu kavimler arasında bulunan
Türkler, korkutucu hünerlerini Anadolu’yu ele geçirmek için kullandılar.
Malazgirt’te, Kosova’da, Niğbolu’da sahnedeydiler. Osmanlılar ateşli silahlara
erken çağda geçmelerine rağmen, ok ve yayı bırakmadılar. Okçuluk, tasavvufla
sıkı sıkıya ilintili bir spor, rekortmen okçu herkesin yücelttiği bir sporcu,
padişah da bu spora asalet katan bir figürdü. Okçular için şiirler yazıldı,
anıtsal menzil taşları dikildi, yarışmaları için geniş meydanlar vakfedildi. Bu
mirastan günümüze evler arasına sıkışmış nişan taşları, sökülüp atılmış mezar
taşları, sadece adı yaşayan semtler kaldı.
Yayın insanın hemcinsiyle yaptığı çatışmalarda kullanılması,
İspanya’daki duvar resimlerinden anlaşıldığına göre, paleolitik çağa dek
uzanıyor. Orta Asya’nın bozkırları, bu araç için birebirdi. Bu coğrafyada
hayatta kalmayı sağlayan en önemli iki araç, yay ve attı. Bu ikili, savaşların
da sonucunu belirlerdi. Atlı okçunun vur-kaç taktiği düşmana büyük kayıplar
verdiriyor, moralini bozuyordu. Yıpranan, soğukkanlılığını kaybeden düşman
ordusunu sahte geri çekilme taktiğiyle kendi içlerine doğru çeken Türkler,
sonra onun etrafını sarıyor, genellikle sadece ok ve yay kullanarak orduyu yok
ediyordu. Orta Asya’da hem bir geçim yolu olan hem de askeri tatbikat amacıyla
yapılan sürek avları bu sistemin mükemmelleştirilmesini, binicilik ve silah
kullanma becerisinin gelişmesini sağlıyordu.
Arap tarihçi El-Câhiz, Türklerin ne kadar mükemmel okçular
olduğunu anlatmak için, Türklerin at sürerken öne arkaya, sağa-sola,
yukarıya-aşağıya ok atabildiğini ve bir Haricinin yayına daha bir ok koymadan
Türk’ün on tane ok attığını yazmaktadır.
Bizanslıları Şaşırtan Türk Okçuları
9. yüzyılda, Türk okçularının Anadolu’da yaptığı bir
“gösteriyi” Genesios ve Kedrenos gibi Bizanslı tarihçiler anlatırlar. Halife
Mutasım’ın emrinde, Orta Asya’dan gelme Türklerden oluşan bir birlik vardır.
Halife, Bizans Anadolusu’na doğru ilerler. 22 Temmuz 837’de Dazimon kasabasında
Bizanslılar ve Müslümanlar karşı karşıya gelirler. Savaş sabah vakti başlar.
Bizans süvarileri, halifenin birliklerini dağıtır. Sadece ok atan Türkler
dayanırlar. Bizans birlikleri bir türlü bu ok yağmurunu yarıp göğüs göğse
çarpışmayı başaramaz. Aniden sağanak başlar, Türklerin yay kirişleri gevşer,
Bizanslılar kurtulur. Yorgo Kedrenos “eğer yağmur (gündüz değil de) gece
yağsaydı, imparator ve askerler ölecekti” diye yazar.
Aslında Bizanslılar da usta okçulardı, İmparator Iustinianos
zamanında bu becerileriyle ün yapmışlardı. Ama 9. yüzyılda yavaş yavaş bu
özelliklerini kaybettiler. “Bilge” lakabıyla tanınan Bizans İmparatoru VI. Leo
(866-912), ünlü askerî taktikler kılavuzu Tacticada, “Okçuluğun tamamen ihmal
edilip Romalılar tarafından bir kenara bırakılmasından itibaren bugünkü
başarısızlıklar alışılmış hale geldi” derken önemli bir gerçeğe değiniyordu. Ok
meselesi, Bizans için bir kangrene dönüşecek, orduda reform yapılmasına yol
açacak, hatta imparatorluğu Türk atlı okçularını paralı asker olarak kullanmaya
zorlayacaktı.
Bu arada Asya bozkırının atlı okçuluk geleneğini sürdüren
Selçuklular, Anadolu’da bu maharetlerini sayısız kereler kullanarak tutunmayı
başardılar. Onlar için ok ve yay hükümdarlık simgesiydi. Askeri ittifaklara
çağrı anlamına gelen ok gönderme âdeti, bin yıl sonrasına uzanacak, bugün
Anadolu’da sosyal olaylara resmi davet amacıyla gönderilen eşyaya verilen
“okuluk”, “okuntu” gibi etimolojik ipuçlarıyla varlığını sürdürecekti.
Selçukluların ok kullanmadaki yeteneğinden elbette diğer
hükümdarlar da haberdardı. Örneğin Selçuklular Gazneli topraklarına girdiğinde,
Tus Valisi Hacib Arslan Câzib, yakalanan Selçuklu askerlerinin başparmağının
mutlaka kesilmesi gerektiğini Gazneli Sultanına söylemişti. Çünkü geleneksel
Türk okçuluğunda ok atılırken başparmak ile çekilir, bu sayede Türkler birden fazla oku aynı anda
elinde tutarak peşpeşe her yöne isabetli ve hızlı atış yapabilirlerdi. Asya
kökenli bu atış tekniğinde Türkler başparmaklarına zihgir adı verilen özel bir
yüzük takardı. Neyse ki bu fikir, “zalimce” olduğu nedeniyle Sultan Mahmud
tarafından kabul görmemişti.
Osmanlı’da Okçuluk
Osmanlı Beyliği’nin kuruluş döneminde ordunun atlı okçuya
dayanan bozkır savaş taktikleriyle çarpıştığını düşünmek yanlış olmaz. Osmanlı
Devleti’nin ilk dönemlerinde yay ve ok, ordunun kullandığı en etkin silah
niteliğindedir. Konya’daki Selçuklu sultanından Osman Beye 50 tirkeş dolusu ok
ve 2000 yay gönderildiğine dair 1289 tarihli belge, uç beyliklerinde, Orta Asya
savaş taktikleriyle at üzerinde savaşan alp gazilerin çoğu tarafından
kullanıldığını gösterir. Orhan Gazi döneminde ilk nüvesi oluşan yaya askerleri
muhtemelen mızrak kullanıyordu; ama bunların içinde okçular da vardı. I. Murat
ile başlayan, sonra gelişen kapıkulu yaya ordusu (yeniçeri) da erken dönemde ok
yay kullanıyordu. Yay, öğrenmesi ve kullanması zor bir araçtı. Bu nedenle
profesyonel bir orduyla uyumluydu. Dönemin Avrupa ordularında da okçu
birlikleri, düzenli antrenman yapan, iyi beslenen, iyi para kazanan askerlerdi.
I. Kosova Savaşı’nda (1389) okçuların önemli rol oynadığı, padişahın müttefiki
Venediklilere, Macarlara karşı savaşlarında yardım amacıyla 5000 okçu
gönderdiği bilinir.
Osmanlı okçu süvarileri Asya’da bu hünerin en yaygın olduğu
ve temel savaş stratejisi olarak yer aldığı bozkırın varisleriydi. Böylelikle
13. yüzyıldan itibaren İslam coğrafyasında okçu süvarilik teknikleri
gelişmişti. Memlüklerde de atçılık ve okçuluk ciddi bir çalışma sahasıydı.
Kuruluş yıllarında, 1359’da Mısır’dan gelen bir elçilik
heyeti sayesinde cündilik (usta süvari)Osmanlı padişahlarının da dikkatini
çekmiş ve Mısır’dan getirilen bir kitap Türkçeye çevrilmişti. Bundan sonra daha
sistemli bir binicilik; cündilik geleneği oluşturuldu. Osmanlı ordusu sadece atlı
okçulardan ibaret değildi. Fakat temel karakteristiği ortaya koyan ve ordunun
dışarıdan bakınca en göze çarpan unsurları okçu süvarilerdi. Habsburg
komutanları Osmanlı ile yaptıkları savaşlarda en çok bu okçu süvarilerin taktik
ve manevralarından sıkıntı duyduklarını çok sık belirtmişlerdir. Aniden
etraflarını saran ve yaklaşmaya bile fırsat bulamadıkları okçu süvariler Avrupa
orduları karşısında Osmanlı ordusunun en zor baş edilecek kısmını
oluşturuyorlardı. Osmanlı ordusunun merkezini tahkim etmek için topçu
bataryaları ve yeniçeriler yerleştirilip ağır bir atış gücü oluşturulmakla
birlikte, sağ ve sol cenahlar seri manevralar yapan süvarilere emanetti.
Bunların da en etkili silahları yay ve oktu. Osmanlı atlı okçuları gayet katı
yaylar kullanmaktaydı. Bugünkü ölçüler içerisinde bu yaylar 45 kg çekiş kuvveti
gerektiren sertlikteydi.
On beşinci yüzyıl ortalarında son şeklini alan Osmanlı yayı,
bir refleks yayı niteliğindedir. Bu, kiriş çentikten çıkarıldığında yayın aksi
yöne kıvrıldığı anlamına gelir. Osmanlı okları, dünyada kullanıldığı bilinen
boyu en kısa oklardır. Ayrıca, ince ve çok hafif olmaları nedeniyle havada uzun
süre kalır ve çok uzun mesafelere fırlatılabilirlerdi. Yabancı bilim
adamlarının Türk oku üzerinde yaptığı çalışmalar, Türk okunun sıklıkla kozalaklı ağaçlardan imal edildiğini, çok düzgün ve
esnek olduğunu, uç ve son kısımlarının ince, orta kısmının şişmanca olduğunu
göstermiştir.
Devlet katında “silahşoran-ı hassa” adıyla bir devlet
memuriyeti bulunmaktaydı. Bunlar aynı zamanda kapıkulu ocaklarında da zabit
olarak bulunuyorlardı. Silahşor unvanını alacak olan kişi, ölçüleri belirlenmiş
bir meydanda (yaklaşık 197m.) belli mesafelerdeki hedeflere muayyen şekillerde
ok atışı, kılıç hamlesi, kargı darbesi vurarak geçmeleri ve 24 türlü
silahşorluk bendini başarıyla bitirmeleri gerekiyordu. Bunun için ise hem
ellerindeki silahlara hem de altlarındaki atlara hakkıyla hâkim olmaları
gerekmekteydi.
Ancak artık ateşli silah dönemi de yaklaşıyordu. Osmanlı
ordusu bu yeni silah türünü ilk benimseyen ordulardan biriydi. 1480’de
yeniçerilerin elinde tüfek olduğuna dair bilgi vardır. Çaldıran (1514) ve
Ridaniye (1517), hafif ateşli silahların öne çıktığı ilk savaşlar olmuştu. Bu
yeni tür silah hızla yaygınlaşacak, 16. yüzyılın ikinci yarısında bütün
Avrupa’da baskın hale gelecekti.
“Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” sözünü biliriz. Bu
herhalde, ok atmakta, yay yapmakta mahir Türklerin, bu becerilerin artık
gereksiz hale gelmesine karşı gösterdiği bir tepkiydi. Ancak ok ve yay tarih
sahnesinden hemen silinmedi. 1572 tarihli bir belge, donanma için 400 tüfek ve
30 sandık kurşunun yanında 500 yay ve 30 sandık ok hazırlanması için alınan bir
divan kararıdır. Bundan bir yüzyıl sonra, Salankamen ve II. Viyana Kuşatması
bozgunlarında düşmanın eline geçen, bugün Viyana ve Karlsruhe müzelerinde
sergilenen Osmanlı silahları arasında tüfeklerin yanısıra yay ve oklar da
vardır. Kuşatmayı anlatan günlüklerde de okla yaralananlardan söz ediliyordu.
Peki yay ve tüfek bir arada nasıl kullanılıyordu? Örneğin
17. yüzyılda, Venedikli tüfekçilerin, silahlarını doldururken okçular
tarafından desteklendiği biliniyor. Çünkü bu ilk ateşli silahlar, hız
bakımından yayın gerisindeydi. İsabetlilik oranları çok düşük, etkili
menzilleri kısaydı. Doldurulmaları uzun sürüyor, at sırtında ise neredeyse
imkansızlaşıyordu. Atış hızı, fitilli tüfeklerde dakikada 1, çakmaklı
tüfeklerde 2-3’tü. Oysa iyi bir okçu dakikada 6-15 ok atabilmekteydi, üstelik
bu hıza at üzerinde de ulaşılabiliyordu. Bu olumsuzluklara rağmen, atlı
birlikler de zamanla ateşli silahlara geçti. Bununla ilgili en erken bilgi,
Kanuni döneminde 1553 İran Nahcivan Seferi’ne aittir. 16. yüzyıl savaş
sahnelerinin tasvir edildiği bir minyatürde, aynı karede tüfek kullanan ve
sadağı içinde kurulmuş yaylarını da taşıyan süvariler görebiliriz.
Ateşli silahların bu erken dönemde yayın yerini almasının en
önemli nedeni, insan kaynakları sorunuydu. Yeterli sayıda, iyi eğitilmiş,
devamlı çalışması gereken okçu “atletleri” idâme ettirmek zordu. Yay, tüfeğe
göre öğrenmesi zor bir silahtı. Ayrıca savaş yayları sıradan insanların
çekemeyeceği kadar kuvvetliydi.
Türk Okçuların Rekorları Yüzyıllar Boyunca Kırılamadı
Osmanlı merkez ordusunda padişahın yakın korumalığını
üstlenen solaklar, yeniçeri teşkilatının üst düzey okçularından seçilirdi.
Solakların 18. yüzyılın ilk çeyreğine kadar varlıklarını sürdürmüş olmaları
ilginçtir. Bunda, artık sefere çıkmayan padişahların savaş alanlarında korunma
ihtiyaçlarının ortadan kalkmasının payı olabileceği gibi, yayın elit bir
okçunun elinde çok etkili bir silah olmasının da rolü olabilir. Donald
Ostrowsky e göre, Osmanlı ordusunda 1790’lara kadar okçu birlikleri vardı. Üst
üste atış yapabilen, yivli namlulu silahların icadına kadar yay, profesyonel
savaşçının elinde tehlikeli, etkili bir silah olarak varlığını sürdürmüştü.
Ondan sonra, artık sadece bir spor olarak yaşayabilirdi.
Öyle de oldu. III. Selim ve II. Mahmut gibi padişahların merakı bu sporun
ölmemesini, batılılaşma dönemine kadar devam etmesini sağladı.
Osmanlı okçularının atış rekorları uzun yıllar boyunca
aşılamadı. Örneğin İngiltere’de okla en
uzun mesafeye atış rekoru 310 metre iken, 1794 yılında Osmanlı Büyükelçilik Sekreteri
Mahmud Efendi, İngiltere Okçuluk Derneği’nin üyelerinin gözleri önünde 423
metrelik bir atış yaparak herkesi şaşkına çevirmişti.
Amerikalı fizik profesörü Paul Klopsteg, 1929 yılında bu
rekorlardan etkilenerek Türk okçuluğu hakkında başladığı araştırmalarında bunun
en büyük nedenlerinden birinin Türk yaylarının yapımı 5-10 yıl süren kompozit
yay kullanması olduğu sonucuna varmıştı. Nitekim 1914 yılında, Türkler
tarafından yapılmış olan bir yay-ok takımını kullanan Ingo Simon, 422 metrelik bir
atış gerçekleştirerek 1933 yılına kadar kırılamayacak olan kayıtlı en uzun
mesafeye ok gönderen kişi olarak rekor kırmıştı.